Lizbon
Lizbon, Portekiz'in başkenti ve aynı zamanda sıcacık bir okyanus şehri. Biz ocak ayı başında yaptığımız gezide bile yer yer paltosuz hırkasız dolaştık ve hiç üşümedik. Nüfusu 565 bin olsa da çok dinamik bir metropol yapısı var Lizbon'un. Sokaklar cıvıl cıvıl, müzikli, çeşit çeşit restaurant ve kafeleri her daim canlı bir şehir. Bairro Alto Mahallesi haftasonlarında, Avrupa'nın en kalabalık gece hayatına sahip. Hayallerimizi uzunca bir süredir süsleyen bu şehri sonunda görmüş olduk, hem de güneşli bir havada =). Bu yazımızda, Lizbon'un yokuşlarını, zihinlerde yer eden sarı tramvayını, inanılmaz lezzetli yemek ve tatlılarını, sert içimli ginjinhasını ve tabii ki fado kültürünü anlatıyoruz.
Portekiz’in en zengin şehri olan Lizbon, tıpkı İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş bir şehir. Yani dimdik yokuşlara hazırlıklı olun. Bu özelliğinin yanısıra, başka karakteristikleriyle de İstanbul’u çok hatırlatan bir tipi var Lizbon’un. Hele ki şehre benim gibi karayolundan giriyorsanız, Tejo Nehri üzerindeki köprüleriyle manzaranın İstanbul Boğazı’nı aratmadığını fark edeceksiniz. Portekiz de AB üyesi olduğu için Euro kullanıyor ve Lizbon’da da Güney Avrupa’nın her yerindeki fiyatlar mevcut. Yalnız biz araba kiraladığımız için, benzin fiyatlarının İspanya’ya göre 30 cent daha pahalı olduğunu fark ettik. Türkiye’den bu destinasyona gelmek, fazla havayolu seçeneği olmadığından bayağı pahalı oluyor genelde. Uygun fiyatlı uçak bileti bulduğunuzda kaçırmamanızı öneririm. Bir diğer seçenek de Madrid’e gelip, oradan Ryanair ile 17 Euro gibi cüzzi bir miktara Portekiz’e geçmek olabilir.
Portekiz’e ve özellikle Lizbon’a gelmek ufaklığımdan beri hayalimdi, neden bilmiyorum ama renkli ve dip dibe binaların dizili olduğu sokaklarının resimlerini ne zaman görsem, veya ne zaman Portekiz’e giden birini duysam kalbim hop ederdi. Sanırım bir diğer hayalim olan Brezilya ile aynı dili konuşuyor olmaları da beni çekiyor. Lizbon’a gelip kendinizi sokağa ilk attığınızda, tatlı bir telaş ve fonda çalan kıpır kıpır müziği fark ediyorsunuz ilk önce. Eski ve yaşanmışlık dolu binaları da samimi bir hava katıyor şehre, insanları da bir o kadar güleryüzlü ve samimiler. Bir de Lizbon’un daracık sokaklarında dolaşıp duran kızarmış balık kokusu yok mu, insanın aklını alıyor.
Lizbon'un en göze çarpan özelliklerinden biri de seramik kullanımı. Gerek abiyeye kaçan desenler, gerekse modern tasarımlarıyla seramik her yerde. Bir de grafik anlatımlara çok önem vermişler, dolayısıyla şehrin birçok noktasında çok hoş imajlar ortaya çıkmış.
LİZBON'DA GEZİLECEK YERLER
Praça Comercio, Lizbon’un en önemli meydanlarından biri. Sarı rengin hakim olduğu bu bir yanı denize açılan meydana, metroyla Baixa Chiado durağında inip denize doğru inerek ulaşabilirsiniz. Zaten bu meydan toplu taşıma için de ana duraklardan biri. Lizbon’un ünlü 28 numaralı tramvayına veya herhangi bir otobüse buradan binebilirsiniz. Hemen yakınında, Lizbon’da oldukça sık kullanılan tuk-tukların da bir durağı var.
Bu meydana çıkıp da denize sırtınızı döndüğünüzde, şehrin ana kapılarından birini olanca haşmetiyle karşınızda bulabilirsiniz. Ben sarı rengi ve simetriyi çok sevdiğim için, bu meydanın güneşli bir günde görüp çok beğendim. Hem de okyanusa açıldığı için, denizin kendine özgü o yosun kokusunu da bolca içime çektim. Pazar günü buradan geçerken, bir grup perküsyoncu sokakta bir performans sergiliyordu.
Bu arada şehrin muhtelif noktalarına, tarihte oralarda geçen bazı anların siyah beyaz fotoğraflarını yerleştirmişler, gerçekten etkileyici olmuş, bunları incelerken bir öncesi-sonrası karşılaştırması yapabiliyorsunuz.
Praça Comercio’ya çıkıp deniz kenarından sağa doğru devam ederseniz, güzel bir kıyı düzenlemesi ile karşılaşacaksınız. Taş ve ahşabın birlikte kullanıldığı yer kaplamalarının yanısıra, Lizbon’da birkaç yerde daha karşılaştığımız sade çimen kaplı, eğimli dinlence terasları da burada mevcut.
Güneşli bir havada, denize karşı çimenlerde uzanıp piknik yapabilirsiniz. 200-300 metre sonra denizin hemen dibinde bir kafe var, sabah kahvesi için ideal bir lokasyon.
Bu arada, bu kıyı şeridi bir noktada kesiliyormuş gibi görünse de en azından 4 km boyunca devam ettiğini bizzat test ettik onayladık =). Tabii 4 km boyunca bu kadar tasarlanmış bir alan yok ama bisiklet kiralarsanız rahatlıkla sahilden devam edebilirsiniz.
Baixa Chiado, bir turist olarak metrodan inebileceğiniz en merkezi durak. Ben dört gün boyunca güne bu noktadan başladım ve civardaki sokakları dolaşarak okyanus kıyısına indim. Bu durağın etrafında bulunan bazı sokaklar araba trafiğine kapalı ve kafeler, dükkanlar ile dolu. Ayrıca her köşe başında bir sokak sanatçısı veya el işi objeler satan bir tezgah görebilirsiniz. Avenida de San Agosto, araç trafiğine kapalı sokaklardan bir tanesi ve Praça Comercio’ya kadar uzanıyor. Bu caddenin üzerinde bilindik markaların dükkanları, Portekiz’e özgü seramik veya nakış işleri satan hediyelik eşyacılar, kafeler ve Portekiz’in ünlü tatlılarının envai çeşidini tadabileceğiniz pastaneler var.
Lizbon’un alamet-i farikalarından bir tanesi de 28 numaralı tarihi sarı tramvay. Bir şehri gezmenin en güzel yollarından biri tramvaydır. Lizbon içinse bu kesinlikle yapmanız gereken bir aktivite. Şehrin bir çok yerinde durakları var ama sanılanın aksine bu tramvay ring yapmıyor, o sebeple Bairro Alto yakınlarında bir duraktan binip son durağa kadar gitmeniz en iyisi olacaktır. Böylece, çok tırmanmanız gerekmez, hem de kalenin manzaralarını, Se Katedrali’ni ve dar tipik Lizbon sokaklarını görebilirsiniz. Son durağında inince de, aşağı doğru harika manzaralar izleyerek aheste aheste inebilirsiniz.
Bu tramvay, hem nostaljik hem de şehrin çok içinden bir deneyim yaşamak için birebir. Tramvayın içerisinden bilet alabilirsiniz, tek biletin fiyatı 2,80 Euro veya metroda doldurabileceğiniz toplu taşıma kartı ile daha ucuza geliyor, aklınızda bulunsun. Haftasonları ve iş çıkış saatlerinde oldukça kalabalık olan tramvay sizi korkutmasın, hiç düşünmeden bu zamanda yolculuğa çıkın.
Docas de Alcantara, yukarıda bahsettiğim 4 km’lik sahil şeridinin sonunda bulunan bir restaurantlar ve gece kulüpleri dizisi. 25 Nisan Köprüsü’nün hemen altına denk gelen bu liman depolarından bozma restaurantlar günbatımında bir şeyler içip deniz ürünü yemek için veya öglen yemeği için ideal.
Buraya 15 numaralı tramvay veya metro ile de ulaşım mümkün, Alcantara durağında inip deniz kenarına çıkmanız yeterli. Biz 4 kişi olduğumuz için Lizbon’un bir başka çekici aracı olan tuk-tuk kullandık, şoförümüzden aldığımız bilgiye göre, burada bulunan gece kulüpleri cumartesi gecesi 1’den sonra oldukça hareketleniyormuş. Yanyana dizili bu mekanlar bana Amsterdam’ın kurabiye gibi evlerini hatırlattı.
Belem, Lizbon’un en bilinen turistik bölgelerinden biri. Buraya da Praça Comercio’dan binebileceğiniz 15 numaralı tramvay ile gelebilirsiniz. Belem’in ünlü kulesi, Keşifler Anıtı ile Jeronimos Manastırı bu mahallede bulunuyor. Hepsi de birbirine yürünebilecek mesafede. Jeronimos Manastırı gerçekten haşmetli bir bina, git git bitmiyor =). Biz içine girmemeyi tercih ettik, dışarıdan görmek bile oldukça etkileyiciydi. Ayrıca Vasco de Gama'nın mezarı bu manastırda bulunuyor.
Belem’in ünlü kulesi, zannettiğimden küçük de olsa peri masalı gibiydi. Denizin içinden yükselen bu ortaçağ kulesinin pencerelerinde ister istemez bir prenses arıyor insanın gözleri. Bu kule 16. yüzyılda Vasco de Gama'nın keşiflerini onurlandırmak amacıyla yapılmış. Lizbon’da dikkatimi çeken ufak bir ayrıntı da, kıyı düzenlemelerinde su bitişleri oldu; keskin bir bitiş veya basitçe bir duvar yapmak yerine birçok yerde yumuşakça suya inen yüzeyler veya basamaklar yapmayı tercih etmişler, böylece her an ayaklarınızı suya sokabilirmişsiniz gibi geliyor.
Keşifler anıtı ise, ardında duran 25 Nisan Köprüsü ile harika bir manzara sergiliyor, 1940 yılında Portekiz Dünya Fuarı için yapılmış bir anıt. Bu arada değinmeden geçemeyeceğim, bu anıtın hemen yanında bulunan kafenin ufak bir havuzu var ve çocuklar içinde oyuncak yelkenlilerini yüzdürebiliyorlar, siz de bu şeffaf kafede kahvenizi yudumlayabiliyorsunuz. Lizbon’da bu tip modern yapılar konusunda çok sade ve hoş çözümler var.
Ayrıca, şehrin en sevilen müzelerinden biri de burada bulunan Belem Kültür Merkezi’nin içindeki Berardo Müzesi. Portekiz’in, Lizbon’da tutmak için elinden geleni yaptığı bu müzede Andy Warhol’un, Dali’nin, ve daha birçok sanatçının eserlerini görebilirsiniz, üstelik girişi ücretsiz. Biz şans eseri Pazar günü Belem’deydik ve orada kurulan antika pazarını gezme fırsatı yakaladık. Eski fotoğraf makinelerinden tutun da, plaklara kadar her şey tezgahlardaydı.
Bu arada, ünlü Belem Pastanesi de burada bulunuyor, fakat önünde her daim uzun bir kuyruk var. Merak etmeyin, çok hızlı ilerleyen bir kuyruk bu =).
Alfama, Lizbon’un ünlü mahallerinden biri. Praça Comercio’dan yürüyerek ulaşabileceğiniz bu mahalle fado müziğiyle ünlü. Haftanın her günü fado performansı izleyebileceğiniz bu mahalle, sokak aralarında asılı çamaşırlar ve top oynayan çocuklar ile aynı zamanda çok tipik bir Portekiz mahallesi. Fado için cumartesi gecesini tavsiye edeceğim fakat mutlaka rezervasyon yaptırın, bize tavsiye edilen Club de Fado’yu fazlasıyla turistik bulduğumuzdan, içgüdülerimizle bulduğumuz harika bir aile işletmesinde bütün Cumartesi gecemizi geçirdik. Detayları Nerede Yedik bölümünde anlatıyorum.
Bu arada fado, Portekizli denizcilerin eşlerinin, kocaları ardından yaktıkları ağıtları konu edinen bir müzik türü. Geleneksel olarak bir klasik gitar ve Portekiz gitarına eşlik eden gür ve acılı sesli bir bayandan oluşuyor. Bazen erkekler de fado söylüyor. Eğer doğru mekanı bulursanız, gerçekten çok keyif alabilirsiniz fakat genel olarak çok turistik bir aktivite, bir de fado meydane gelirken sessiz olmanız gerekiyor. Bu da bizim gibi konuşkan toplumlar için çok zor =).
Castelo de San Jorge, Lizbon’un kalesi. Bu kaleye çıkmak için de tuk-tuk kullandık ve gerçek bir macera yaşadık, hatta aramızda daha önce tuk-tuk’a binmemiş arkadaşlarımızın biraz ürktüğünü de söylemeliyim ama ben bayağı eğlendim. Fakat malesef, Pazar günü trafiğini hesaba katmadığımızdan, kaleye vardığımızda, kale kapanmıştı. Açıkçası ben kale gezmekten pek hoşlanmıyorum ama şehrin en güzel manzaralarını buradan görebileceğimiz söylendiği için biraz üzüldüm. Artık bir dahaki sefere.
Şehrin en güzel manzarası demişken, Santa Luzia seyir terası, Lizbon’un bana göre en güzel manzarasına sahip. 28 numaralı tramvayla ulaşabileceğiniz bu seyir terası bir masaldan fırlamış gibi. Hele ki günbatımında gidip, ardından doğan mehtabı izlerseniz, Lizbon’a aşık olmanız kaçınılmaz diyebilirim. Bu seyir terasının yanında cici bir de çay bahçesi var, bir ginjinha eşliğinde manzaranın ve Lizbon’un tadını çıkarın.
Bairro Alto, Lizbon’un meşhur barlar ve restaurantlar bölgesi. Denilene göre Avrupa’nın en büyük ve kalabalık bar hayatı bu mahalledeymiş. Cumartesi gecesi kalabalıktan zor yürünen sokakları var, genelde geç saatte eğlenmek için bu mahalleye geliniyor fakat gündüzleri de sokaklar oldukça renkli ve de yokuşlu =). Biz cumartesi gecemizi fadoda geçirdiğimizden, daha sakin olan bir Pazar akşamı bu mahallede hoş bir bara uğradık. Ayrıca, Lizbon’un birkaç noktasında bulunan Elevadorlar yani şehir asansörlerinden bir tanesi de burada. Tek aks üzerinde gidip gelen bu asansörler, yokuşu çıkmak için bir finiküler görevi görüyor.
Eduardo VII Parkı, şehir merkezinin biraz kuzeyinde kalıyor, metronun Parque durağında inerseniz, parka kolayca ulaşabilirsiniz. Eğimli bir araziye konumlanan bu parkın düzenlemeleri, Portekiz’deki her park gibi etkileyiciydi. Konuyla ilgili biraz ansiklopedik bilgi aktaralım: 26 hektarlık bu park, 1902 yılında şehri ziyaret eden İngiltereli Eduardo 7'ye ithafen yaptırılmış. HEr sene kitap fuarı da bu parkta düzenleniyor.
LİZBON'DA NE YENİR?
Docas de Alcantara’da öglen yemeği yediğimiz 5 Oceanos (Doca de Santo Amaro, Armazem 12), tipi itibariyle bir Ayvalık turistik balıkçısından farksızdı fakat Lizbon’un köprü manzarası ve Ocak ayında bize yüzünü gosteren güneşle birlikte harika bir mekana dönüştü. Zaten Tejo Nehri kıyısında, deniz ürünlerinin ehlisi tarafından hazırlanan ürünler yeme fikri başlı başına özellikli bir aktivite. Neler yedik derseniz, Galiçya usulü ahtapot ve İspanyol usulü midyelere bayıldık. Galiçya usulü ahtapot, zannediyorum önce haşlama, sonra fırınlama şeklinde gelişen ve neticesinde pamuk gibi bir ahtapotu zeytinyağlı sosunda tatmanıza vesile olan harika bir yiyecek. İspanyol usulü midye ise, bildiğimiz siyah kabuklu midyenin güzel bir sosta haşlanması ve suyuyla birlikte servis edilmesi.
Denediğimiz istiridyeleri ben çok beğendim, neredeyse okyanusun tadını alabildiğiniz bu bembeyaz istiridyeler sossuz olarak servis ediliyor. Ayrıca yağda çevrilmiş küçük karidesler de, bir çim çim karides olamasa da bayağı başarılı. Bu restaurantın fiyatları biraz yüksekçeydi, Docas’ta bu tip bir restaurantta kişibaşı 30-40 Euro civarında oluyor hesaplar.
Cumartesi gecemizi süsleyen Porta d'Alfama adlı restaurantta (Rua de Sao Joao da Praca 17) 4 saat aralıksız fado dinledik ve fadonun yüksek perdeli, acılı doğasını düşününce bu oldukça uzun bir zaman =). Fakat o kadar samimi, o kadar hoş bir ortamdı ki zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Neşeli ve her şeye koşturan garsonumuz Tininha Hanım, tabakları masalara taşırken fado söylüyor ve aynı zamanda kapıdan giren dostlarına laf atıyordu. Her masayla tek başına ilgilenen kadının enerjisine hayran kaldık. Bu arada 4 saat içerisinde yaklaşık 10 farklı fado performansı izledik.
Yiyecek olarak birbiriyle pek uyumlu olmasa da bir Portekiz klasiği olan kömürde sardalya ve bir İspanyol klasiği olan chorizo yedik. Ayrıca mekanın kendine ait şarabı da oldukça hafif ve lezzetliydi. Eğer fado dinlemeyi aklınıza koyduysanız, buraya Cumartesi gecesi kesinlikle gitmenizi tavsiye ediyorum, pişman olmayacaksınız. Fiyatları çok uygun ve sadece 10 Euro kapora bırakarak rezervasyon yaptırabilirsiniz. Bu arada, daha sonra öğrendik ki, Tininha Hanım’ın eşiyle ve oğluyla beraber bir müzik grubu da varmış zaten, dilerseniz cd’lerini restaurant’tan alabilirsiniz.
Pasteis de Belem (Rua Belém 84-92), muhtemelen Lizbon’a gelmeden önce en çok adını duyacağınız yerlerden biri olacak. Portekiz’in ünlü tatlısı pastel de natayı denemek için en ideal yer burasıymış. Ayrıca kıymalı samosalarını da arkadaşlarımız çok başarılı buldu. Fakat Pastel de nata hemen hemen her sokakta bulabileceğiniz bir lokmalık hafif bir tatlı, anlamı muhallebili pasta, biz otelimizdekini de çok beğendik. Kahvenin yanına çok yakışan bu tatlıyı bulduğunuz her yerde deneyin derim. Bu arada, Lizbon'un pastanelerinde gözünüz dönebilir çünkü minik minik bir sürü çeşit tatlıları var.
LİZBON'DA NEREDE KALINIR?
Ben Lizbon'da iki farklı grupla gezdiğim için iki farklı lokasyonda kaldık. İlki İbis Lisboa Jose Malhoa (Avenida Jose Malhoa), bildiğimiz İbis oteliydi. Şehir merkezine çok yakın değildi ama hemen yakınında metro durağı vardı ve oteller bölgesindeydi. Araba kiralayanlar için ücretsiz otopark sağladığını da ekleyelim. Bu otel zincirini uygun fiyatlı buldukça seyahatlerimizde tercih ediyoruz çünkü basit, temiz ve de konforlu oluyor. Bir de dünyanın her yerinde aynı dekor ve mobilyaları kullanıyorlar yani bir sürpriz yaşanmıyor, sadakat programlarında da sıklıkla kampanya yapıyor ve biriktirdiğiniz puanlar THY millerine dönüşebiliyor.
İkinci konaklamamız ise Airbnb üzerinden 10 kişilik bir evde yaptık. Son derece modern düzenlenmiş evde herkes için yeterince alan vardı ve ihtiyacımız olan her şey elimizin altındaydı. Üstelik Bairro Alto'da olması da cabası! Tabii ki Lizbon otelleri arasında birçok farklı seçenek de var, bizim kaldıklarımız bunlardı.
LİZBON'DAN NE ALINIR?
Lizbon'un simgeleri olan sarı tramvay, horoz ve sardalya ile ilgili onlarca obje her noktada satılıyor. Biz de bunların magnetlerinden almayı tercih ettik. Ayrıca ufak şişelerde zeytinyağı, veya konserve sardalya bulabilirsiniz ama Türkiye'de bunların zaten en iyileri var. Bu arada seramik işleri ve nakışlı örtüler de oldukça revaçta.