Paris'te Noel Başkadır
26 Aralık'ta serin fakat güneşli günümüzün devamında Bruges'dan yola devam ederek akşam üzeri civarında Paris'e vardık. Kendimizi otele atmadan önce sadece 2 saatimiz vardı ve Champs Elysees civarında olduğumuzdan buraları turladık. Hafifçe serpiştiren yağmur biraz sinir bozucu olsa da, ışıklar içindeki bu normalde çok da hoşlanmadığım cadde, bana büyük bir şehirde olduğumu hatırlattı ve rahat bir nefes aldırdı. Yine, Tuileries Bahçelerine doğru olan kısımda kurulmuş olan christmas pazarı çok daha büyük ve kalabalık bir şekilde işliyordu. Dikkatimizi çeken cephelerden biri de kırmızı renklerinde, göz yanılsaması gibi görünen Citroen binasının cephesiydi.
Otelimiz şehrin banliyö kısmına doğru olsa da metrodan aktararak rahatlıkla varabiliyorduk ve hemen yakınında bir Carrefour olduğundan bütçemize uygun yiyecekler alıp odamızda yemek yiyebildik. Park&Suits isimli otel güzel ve sade bir tasarıma sahip olsa da, belirli hizmetlerin yokluğu bizi şaşırttı. Mesela, odada istediğiniz yere taşıyabildiğiniz bir lamba varken saç kurutma makinesi yoktu. Fakat bir apart gibi de kiralanabildiğinden içerisinde mini bir mutfak barındırıyordu ki biz bu mutfakta pizzamızı ve Türkiye'de pek bulunmayan acayip acayip mikrodalga yemeklerini ısıtıp popüler hollywood filmleri izlemekten geri kalmadık.
Paris her ne olursa olsun, insanları kaba da olsa, havası bulutlu da olsa benim hep sevdiğim ve kendimi mutlu hissettiğim bir şehir. Yaşayan, dinamik bir yapısı var ve kaba insanlar da dünyanın her yerinde var, bu sebeple Fransızlar huysuz kategorisine sokulabilir sadece.
Otelimiz şehrin banliyö kısmına doğru olsa da metrodan aktararak rahatlıkla varabiliyorduk ve hemen yakınında bir Carrefour olduğundan bütçemize uygun yiyecekler alıp odamızda yemek yiyebildik. Park&Suits isimli otel güzel ve sade bir tasarıma sahip olsa da, belirli hizmetlerin yokluğu bizi şaşırttı. Mesela, odada istediğiniz yere taşıyabildiğiniz bir lamba varken saç kurutma makinesi yoktu. Fakat bir apart gibi de kiralanabildiğinden içerisinde mini bir mutfak barındırıyordu ki biz bu mutfakta pizzamızı ve Türkiye'de pek bulunmayan acayip acayip mikrodalga yemeklerini ısıtıp popüler hollywood filmleri izlemekten geri kalmadık.
Paris her ne olursa olsun, insanları kaba da olsa, havası bulutlu da olsa benim hep sevdiğim ve kendimi mutlu hissettiğim bir şehir. Yaşayan, dinamik bir yapısı var ve kaba insanlar da dünyanın her yerinde var, bu sebeple Fransızlar huysuz kategorisine sokulabilir sadece.
Ertesi sabah, daha önceki gelişimizde ölümüne yürüyerek Paris'in her deliğine girmeye kalkmış olsak da içine girme fırsatı bulamadığımız Notre Dame kilisesine gittik, metrelerce uzunluktaki kuyruğa amansız yağmurun durduğu anlardan birinde kaynayarak 15 dk içerisinde içeri girmeyi başardık. Bu gotik kiliseden sonra, gelmişken piramidi görmemek olmaz dedik ve hemen orada turistik fotoğrafımızı da çektik.
Kayda değer şeylerden bir tanesi de, buralarda yürürken, La Fayette'in vitrininin yaklaşan yılbaşı için büyük bir özenle hazırlanmış olmasıydı. Büyülenmiş gibi 5 yaşındaki çocuklarla beraber bu vitrinleri 10 dakika seyrettik.
Ardından kendimizi bir Starbucks'a attık ve sıcak rahat koltuklarda dinlenirken internete girdik. Starbucks ne olursa olsun yurt dışı seyahatlerinde can simidi gibi ve malesef insan kendini bu Amerikan rüyasının koca simgesinin içinde evinde hissediyor.
Kahvemizi içip dinlendikten sonra, St. Germain bölgesini biraz yürüdük ve bu hipster mekanındaki ilginç mağazaların vitrinlerine bakarken hava çoktan kararmış oldu. Bu arada kiloyla ikinci el kıyafet satan bir dükkanın içinde, biraz tozdan, biraz da vintage kazakların akıl almaz desenlerinden şuurumuzu kaybetmişken, bir öksürük krizine girip ağlamaklı olmamla beraber kendimizi hemen dışarı attık, yoksa artık beni hangi kayak yapan noel babalı koca örgü kazaklarla görürdünüz bilemiyorum. Buradan çıkar çıkmaz, akşamın kalanını keyifle geçirmek üzere Montmartre'a doğru bir metroya atladık. Yeri gelmişken söylemek lazım, Paris'te metro ile her yere rahatça gidebilirsiniz, hatta metro bileti bile almanıza gerek yok, zira turnikelerden atlasanız bile kimsenin umru değil=).
Ardından kendimizi bir Starbucks'a attık ve sıcak rahat koltuklarda dinlenirken internete girdik. Starbucks ne olursa olsun yurt dışı seyahatlerinde can simidi gibi ve malesef insan kendini bu Amerikan rüyasının koca simgesinin içinde evinde hissediyor.
Kahvemizi içip dinlendikten sonra, St. Germain bölgesini biraz yürüdük ve bu hipster mekanındaki ilginç mağazaların vitrinlerine bakarken hava çoktan kararmış oldu. Bu arada kiloyla ikinci el kıyafet satan bir dükkanın içinde, biraz tozdan, biraz da vintage kazakların akıl almaz desenlerinden şuurumuzu kaybetmişken, bir öksürük krizine girip ağlamaklı olmamla beraber kendimizi hemen dışarı attık, yoksa artık beni hangi kayak yapan noel babalı koca örgü kazaklarla görürdünüz bilemiyorum. Buradan çıkar çıkmaz, akşamın kalanını keyifle geçirmek üzere Montmartre'a doğru bir metroya atladık. Yeri gelmişken söylemek lazım, Paris'te metro ile her yere rahatça gidebilirsiniz, hatta metro bileti bile almanıza gerek yok, zira turnikelerden atlasanız bile kimsenin umru değil=).
Montmartre'da yine koca bir christmas marketin içinde bulduk kendimizi, onlarca basamağı sabırla çıktıktan sonra da Sacre Cour kilisesinin önünden tüm Paris'i gece ışıkları içinde izledik. Yine aşağı inip Abbesses metro durağının hemen çıkışındaki Le Saint Jean isimli kafede sütlü kahve içmek için durduk. Bir önceki gelişimizde de buralarda kalmış olduğumuzdan ve çok canlı bir kafe olduğundan, biraz da nostaljik dekorundan ve çalışanlarının Paris'e özgü sinirinden dolayı bana hoş bir his veriyor.
Paris'teki ikinci günümüzde ise kendi içinde tezat bir planımız vardı. İlk önce St.Martin Kanalını çok aramamıza rağmen bulamadık ve bir Türk mahallesinin içine düştük. Aslında güzel bir hayat yaşadıklarını gördükten sonra, Paris'in en eski meydanı olan Place des Vosges'i görüp Victor Hugo'nun evini ziyaret ettik. Koyu ahşabın ağırlıkta olduğu dekorasyonuyla çok iç sıkıcı olan bu evin koca pencerelerini ve Place des Vosges'e tepeden bakmasını biraz kıskanmadım değil. Ardından Napoleon Bonaparte'ın inanılmaz bahçeli mezarını ziyaret ettik ve ağaçların budanma şeklini takdir ettik. Bu tarihi rotadan sonra metroya atladık ve Paris'in neredeyse fütüristik denebilecek La Defense bölgesine geldik.
Paris'i anlatanlar nedense buradan hiç bahsetmezler ama bence kentin en ilginç yerlerinden birisi, birçok farklı formda iş, rezidans ve otel binası bulunmakta ve en önemlisi Champs Elysees aksının hemen simetriğinde, yılların Arc de Triomphe'una inat modern ve kocaman bir Arc de Triomphe barındırmakta. Bu anıtın altındaki sayısını bilemediğimiz basamaklara oturup ışıklı Paris'e bir de bu akstan baktık. Burada da kahvemizi içip dinlendikten sonra, Paris'in bir başka modern binası olan Centre Pompidou'ya doğru yol aldık. Bir mimar olarak tarafsız olamasam ve binayı beğensem de, gerçekten etrafına pek uyum sağlayamıyor ve sanki çirkin galiba=).
Bu yorucu turun ardından, odamıza döndük ve mikrodalgada ısıttığımız hazır pizzamızla beraber televizyonda Mission Impossible izleyerek uykuya daldık. Ertesi gün Luxembourg'a doğru yol almak üzere aşağıya inip, Avrupa'nın insanı hayal kırıklığına uğratan kahvaltılarından birini daha tattıktan sonra bu şehre veda ettik.
Paris'i anlatanlar nedense buradan hiç bahsetmezler ama bence kentin en ilginç yerlerinden birisi, birçok farklı formda iş, rezidans ve otel binası bulunmakta ve en önemlisi Champs Elysees aksının hemen simetriğinde, yılların Arc de Triomphe'una inat modern ve kocaman bir Arc de Triomphe barındırmakta. Bu anıtın altındaki sayısını bilemediğimiz basamaklara oturup ışıklı Paris'e bir de bu akstan baktık. Burada da kahvemizi içip dinlendikten sonra, Paris'in bir başka modern binası olan Centre Pompidou'ya doğru yol aldık. Bir mimar olarak tarafsız olamasam ve binayı beğensem de, gerçekten etrafına pek uyum sağlayamıyor ve sanki çirkin galiba=).
Bu yorucu turun ardından, odamıza döndük ve mikrodalgada ısıttığımız hazır pizzamızla beraber televizyonda Mission Impossible izleyerek uykuya daldık. Ertesi gün Luxembourg'a doğru yol almak üzere aşağıya inip, Avrupa'nın insanı hayal kırıklığına uğratan kahvaltılarından birini daha tattıktan sonra bu şehre veda ettik.