Venedik
Aah Venedik. Sen ne güzel şehirsin!
Bu sefer içimizi ısıtan harika güneşi, parıldayan kanalları ve her daim mutlu insanlarıyla Venedik'deyiz. İtalya'nın enerjisine hayranım, burada farklı bir şeyler var. İnsan bir kere geldiği zaman dönmek istemiyor. Bu seyahatimizi özellikle mimarlık bienaline denk getirdik ve burada başka arkadaşlarımızla buluşup hem gezdik hem bienale gittik.
Bu sefer içimizi ısıtan harika güneşi, parıldayan kanalları ve her daim mutlu insanlarıyla Venedik'deyiz. İtalya'nın enerjisine hayranım, burada farklı bir şeyler var. İnsan bir kere geldiği zaman dönmek istemiyor. Bu seyahatimizi özellikle mimarlık bienaline denk getirdik ve burada başka arkadaşlarımızla buluşup hem gezdik hem bienale gittik.
Aslında yalan yok ben gitmedim, onun yerine Tuğçe'yi ve arkadaşlarımızı bienalin en kapsamlı sergilerinin olduğu binaya, Arsenale binasına bıraktım ve kaçtım, sokaklarda avare avare dolaştım. Hatta bienalin arka kapısını buldum, zorladım ama giremedim :) Aslında gruptaki bütün erkekler bir şeyler uydurup bir yerlere kaçtılar ve bienali sadece kızlar gezdi de diyebiliriz. Zaten bienal başka bir yazının konusu. Ama bienale gitmenin en güzel yanı o turist kalabalığından sıyrılmak oldu.
San Marco meydanından sadece 200 metre uzaklaştıktan sonra bile şehirle baş başa kalıyorsunuz. Kalabalık, gürültü, selfie'ler geride kalıyor ve tüm ihtişamıyla Venedik sizi kucaklıyor. Burada harika bir park, ve tam fotoğraflık ara sokaklar var.
Trenden inince kısa süreli bir bocalama yaşasak da, Tuğçe'nin engin harita bilgisi ve içgüdüleri sayesinde (dalga geçmiyorum) odamızı bulduk. Kalacağımız yer tam şehrin göbeğinde, Dorsoduro mahallesindeydi. Okuduklarıma göre burası kanallarla bölünmeden şehrin en fazla kara alanına sahip mahallesiymiş, bu yüzden de yerel halk burada yoğunlaşmış. Tabii ki aynı sebepten dolayı çevrede bir çok okul ve üniversite de mevcut. Ev sahibemizin klasik akdenizli rahatlığıyla bizi kapıda 15 dakika bekletmesinin dışında her şey mükemmeldi. Hemen bavullarımızı bırakıp kendimizi sokaklara -kanallara- attık. Harika sonbahar güneşiyle kemiklerimizi ısıttık ve başladık plansızca yürümeye. İtalya'ya gelindiğinde ilk ne yapılır, tabii ki ayılmak için bir İtalyan kahvesi içilir dedik ve hemen gördüğümüz ilk kafeye oturduk. Burası yakınlardaki üniversite öğrencilerinin de uğrak yerlerinden biri Al Canton adında bir kafeydi. Eğer oralarda olursanız bir kahve için uğrayın, pişman olmazsınız.
Nereleri Gezdik?
Tabii ki Venedik'in en önemli yeri kuşkusuz San Marco Meydanı. Burayı görmeden gitmeyin demiyorum çünkü zaten burayı görmeden Venedik'ten ayrılmanız imkansız gibi. Venedik gibi toprak alanı küçük bir şehir için inanılmaz büyük bir meydan. İki tarafında da sıra sıra lüks restoranlar var ve gün boyunca canlı müzik yapıyorlar. Ama ne canlı müzik! Birinde kuyruklu piyano ve keman eşliğinde aryaları, diğerinde yaylılar eşliğinde harika klasikleri dinleyebilirsiniz. Ama dikkat, buralar pek cüzdan dostu diyebileceğim mekanlar değil. Resimde gördüğünüz yapının altı dükkanlarla dolu. Bazıları bahsettiğim kafe ve restoranlara aitken bazıları da Olivetti gibi İtalyan devlerine ait müze-dükkanlar. Mesela Olivetti'nin dükkanı dünyaca ünlü İtalyan mimar Carlo Scarpa tarafından 1950'li yıllarda tasarlanmış ve hala özellikle mimarlar için bir çekim noktası.
Meydanın en ünlü yapılarından biri kuşkusuz zamanında Bizans İstanbul'undan getirilen at heykellerinin süslediği San Marco Bazilikası. At hikayesi biraz karışık, zamanında, şu an bizim Sultanahmet Meydanı olarak bildiğimiz yer, Konstantinopolis Hipodromu olarak kullanılırmış ve bu atlar da o meydanı süslermiş. 1204 yılında Venedik'e getirilen heykeller, 1797 yılında sevgili Napolyon tarafından Paris'e götürülmüş ama 1815 yılında tekrar iade edilmiş. Halihazırda bazilikanın dışında bulunan heykeller birebir kopyalar ve orjinaller ise içeride, müzede sergilenmekte. Bu arada bazilikaya giriş ücretsiz.
İrili ufaklı yüzlerce köprünün arasında belki de en ünlüleri Canal Grande üzerinden iki yakayı birbirine bağlayan ve neredeyse bin yıllık bir geçmişe sahip Ponte di Rialto ile Ahlar Köprüsü olarak bilinen Ponte dei Sospiri. Ahlar Köprüsünün hikayesi üzücü, 4 tarafı kapalı bu köprü mahkumların hücrelerine götürülmesi için kullanılırmış ve buradan geçen mahkumlar Venedik manzarasına bakıp iç geçirirlermiş, ismi de buradan gelirmiş. Bu kadar köprünün sadece ikisini hatırlıyorum, zaten burada biraz vakit geçirdikten sonra köprülerin isimlerini öğrenmeye çalışmaktan vazgeçtik. Kendilerini tahta köprü, dik köprü ya da kısa köprü olarak hatırlıyoruz :)
Ne Yedik?
Aslında İtalyan mutfağı hem ülkemizde hem de dünyada o kadar baskın ki, size harikalar anlatmam biraz zor. Ama burada gene de çok değişik şeylere rastlayabilirsiniz. Mesela külahta küçük mürekkep balığı ve kalamar yedik ki, hem fikir olarak hem de lezzet olarak harikaydı. Sokak arasında en basit pizzacıdan alacağınız bir pizza bile -özellikle patlıcanlıyı denemelisiniz- güzel diye bildiğiniz bir çok pizzacıya bakış açınızı değiştirebilir. Bir de Bellini'leri var ki içmeden dönmeyin.
Nerede Kaldık?
Biz yine airbnb sitesinden kendimize Dorsoduro bölgesinde bir ev tuttuk. Daha doğrusu pansiyon olarak işletilen bir evdi ama yüksek tavanları ve mutfaktaki antika fırınıyla tipik bir Venedik dairesiydi. Genellikle Venedik'teki kalma seçenekleri, yer azlığından dolayı oldukça pahalı, bu sebeple Venedik'e 20 dakika mesafedeki Mestre'de kalmak da seçenekler arasında.
Ne Aldık?
Tarih olarak denk gelemesek de, Venedik'in dünyaca ünlü bir başka etkinliği de maske festivali. Bu yüzden de her yerde hediyelik olarak bu maskelerin orijinallerinden ya da replikalarından bulabilirsiniz. Ayrıca en ünlü adalarından biri olan Murano'da üretilen cam eşyaları ya da hediyelikleri unutmamak lazım. Bunun dışında gondolcuların çizgili t-shirtlerinden de bulmak mümkün. Biz bunların hiçbirinden almadık ama belki siz alırsınız :)