NEPAL
Aylardan Şubat, yıllardan 2008 idi, annemlerin üniversite yıllarından kopmamış arkadaşları, onların çocukları ki kendileri doğduğumdan beri arkadaşlarımdır, üniversiteden arkadaşım Ezgi ve kadim dostum Yasemin, oldukça kalabalık bir güruh olarak İstanbul Atatürk Havalimanı'nda buluştuk. Havalanlarında nedense bana bir şey olur ve normal hayatta çok da aramadığım Burger King'e gitme isteği duyarım, daha fazlasını ödemek hoşuma mı gidiyodur nedir, neyse, klasik havaalanı oyalanmalarından sonra uçağımıza bindik ve 6 saat sonra Doha'ya indik. Bi 6 saat de Doha'da sabaha kadar kağıt oynayaraktan bekledik. Sonrasında ise Qatar Airways ile Kathmandu'ye 4 saat sürecek bir yolculuğa adım attık. Qatar Airways bir harika, kah gerçek çatal bıçak vermesi olsun, kah yemekleri olsun, koltuklarının rahatlığı fln, fakat bunlardan da daha güzel olanı size verdiği muhteşem battaniye. Kendisi hala salonumuzun tv izlerkenki vazgeçilmez aksesuarıdır =).
Her neyse, 4 saatin sonunda uçak alçalırken hepimiz, yıllardır adını duyduğumuz bu ünlü şehri kuşbakışı izleyebilmek için pencereleri açtığımızda doğruyu söylemek gerekirse biraz hayal kırıklığına uğradık. Kocaman bir gecekondu yığınına iniş yapıyorduk resmen, toprak yollar, yıkık dökük boyasız evler derken nereye geldik biz soruları herkesin aklındaydı. Şimdi burada, bir mimar olarak, havaalanının mimarisine deyinmeden geçemiycem, her yer kırmızı damarlı mermerden yapıldığı gibi, neredeyse hiçbir yerde elektronik bir şey yok, güvenlik kapıları tahtadan ama yine de saygı duyup içinden geçiyorsunuz ve gümrük görevlileri manuel çalışıyor, bilgisayar yok..
Havaalanı kapısından çıkarken boynumuza çiçekler geçirip hoşgeldiniz diyorlar, fakat nerden geldiğini bile anlamadığınız bir takım adamlar "yardım ediyim madam" diyerek bavullarınıza el atıyor ki sonradan öğreneceğimiz üzere onlar sadece girişimci bir grup insan, yani bavulunuzun kenarına dokunup sonra sizden para bekliyorlar. Otobüs ise eski baya ve küçük vantilatörler var havalandırma adına.
Neyse, motorsiklet kaynayan sokaklardan geçerek otelimize yerleşmeyi başardık ve hemen kendimizi sokağa attık. Şehre bir koku hakim tabi ister istemez, insanlar ölçek olarak bizden küçükler ve inanır mısınız yapılar ve hayvanlar da aynı boyutta ölçeklendirilmiş gibi. Şimdi benim böyle anlattığıma bakmayın, çok keyif aldım ben ordan, çok sevdim içten insanını =). Küçücük bir çay evinde, ki bu çay evi sadece 4 tabureden oluşuyor sanırım, yanımızda durmadan yere tüküren bir amcayla oturup sütlü zencefilli çay içtik, nelerin içinde pişirdiler o çayı görmezden geldik. En başta insana çarpıyor şehir, çok farklı bizimkinden, ama gün içinde alışıyorsunuz ve gözleriniz artık paslanmış yağ tenekelerinde pişen sokak böreklerine, sinekli etlere, çıplak küçük çocuklara takılmıyor. Oraya adapte oluyorsunuz, ya da ben oluyorum bilemiyorum. Şehir merkezine geldiğimizde hayat daha da ilginç bizim için, her yer motorsiklet, bisiklet, küçük çocuklar fotoğraflarını çekelim ki onlara şeker verelim istiyorlar. Ben ilk bambu çorbamı Nepal'de içtim sevgili blog, öyle bakma bana, çok lezzetli.
Havaalanı kapısından çıkarken boynumuza çiçekler geçirip hoşgeldiniz diyorlar, fakat nerden geldiğini bile anlamadığınız bir takım adamlar "yardım ediyim madam" diyerek bavullarınıza el atıyor ki sonradan öğreneceğimiz üzere onlar sadece girişimci bir grup insan, yani bavulunuzun kenarına dokunup sonra sizden para bekliyorlar. Otobüs ise eski baya ve küçük vantilatörler var havalandırma adına.
Neyse, motorsiklet kaynayan sokaklardan geçerek otelimize yerleşmeyi başardık ve hemen kendimizi sokağa attık. Şehre bir koku hakim tabi ister istemez, insanlar ölçek olarak bizden küçükler ve inanır mısınız yapılar ve hayvanlar da aynı boyutta ölçeklendirilmiş gibi. Şimdi benim böyle anlattığıma bakmayın, çok keyif aldım ben ordan, çok sevdim içten insanını =). Küçücük bir çay evinde, ki bu çay evi sadece 4 tabureden oluşuyor sanırım, yanımızda durmadan yere tüküren bir amcayla oturup sütlü zencefilli çay içtik, nelerin içinde pişirdiler o çayı görmezden geldik. En başta insana çarpıyor şehir, çok farklı bizimkinden, ama gün içinde alışıyorsunuz ve gözleriniz artık paslanmış yağ tenekelerinde pişen sokak böreklerine, sinekli etlere, çıplak küçük çocuklara takılmıyor. Oraya adapte oluyorsunuz, ya da ben oluyorum bilemiyorum. Şehir merkezine geldiğimizde hayat daha da ilginç bizim için, her yer motorsiklet, bisiklet, küçük çocuklar fotoğraflarını çekelim ki onlara şeker verelim istiyorlar. Ben ilk bambu çorbamı Nepal'de içtim sevgili blog, öyle bakma bana, çok lezzetli.
Her neyse ben böyle yazdıkça bu yazı uzıycak, ölü yakılışlarını, akşam gittiğimiz barda bi adamın yanımıza gelip bize haşhaş satmaya çalışmasını, çalan grubun pilavını bizle paylaşmasını başka bahara bırakalım =). Bi de o iplere gerdikleri duaları gökyüzüne daha yakın olsun da daha çabuk kabul olsun diye öyle yapıyorlarmış onu öğrendik. 2 gün kaldıktan sonra da Hindistan'a geçtik, o da yarının konusu olsun. Sağlıcakla kal, öptüm.